Sovyetler Birliği’nin Ulus ve Dil Politikaları

Güncel siyasette de çok sık duyduğumuz ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi neyi ifade etmektedir? Lenin neden böyle bir kavram üzerine kitap yazma gereği duymuş ve neden Sovyetlerin ulus politikasının bu çerçevede şekillenmesine ön ayak olmuştur?

Öncelikle ulus kavramının ortaya çıkışı ve tanımı üzerinde durmamız gerekiyor sanırsam. Ulus, tarihin bütün evrelerinde var olan, dolayısıyla tarih dışı, evrensel bir gerçeklik midir? Yoksa, ulus tarihsel bir evrede ortaya çıkan, zaman ve mekana göre farklı biçimlere bürünen, modern çağların bir gerçekliği midir? Ulusun, tarih dışı değil toplumsal sınıflar gibi tarihsel olarak kurgulanmış kavramsal bir gerçeklik olduğu kabul edilmelidir. Ulus, yükselen kapitalizm çağının bir kategorisidir. Bu bağlamda ulus-devlet kavramı sınıf mücadelesinden ve kapitalistleşme sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olmasından bağımsız bir şekilde asla değerlendirilmemelidir. Ulusun tarih dışı bir gerçeklik olduğunu ileri sürenler, onu ırki özellikleri itibariyle tanımlarlar. Diyalektikten ve tarihsellikten yoksun bir bakış açısının da dünyayı doğru anlama şansı yoktur zaten, bunu bütün Marksistlerin bildiğini düşünüyorum. Ulus kavramının ortaya çıkışından kısaca bahsettiğimize göre Stalin’den bir alıntı yaparak ulus kavramını da kısaca tanımlamış olalım: “Tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğudur.”

Tanımlar üzerinde fazla da durmak istemiyorum. Çünkü okurken bir yerden sonra sıkıcı geldiğini düşünüyorum. Bu yüzden özellikle vurgulamam gereken noktalar üzerinde durup yazının devamında Sovyetlerin ulus politikalarından somut bir şekilde bahsetmek istiyorum. Temel olarak vurgulamak istediğim noktalardan birini az önce açıkladım. Ulus kavramının ortaya çıkışını tarihsellikten bağımsız bir şekilde değerlendiremeyeceğimizi ve kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte oluşmuş olduğunu söyledik.

İkincil olarak vurgulayacağım nokta ise daha dikkatli bir şekilde okunmalıdır. Lenin’in isminin Marksizmin yanına eklenmesin en önemli sebebi Lenin’in sermayenin aşırı derecede yoğunlaştığı tekelci aşamasında yani emperyalizmin hüküm sürdüğü dünya düzeninde, bir başka deyişle sermayenin ulusal sınırları aşıp uluslararasılaştığı ve paylaşım savaşlarına girdiği 20. yüzyılda en doğru ve somut analizleri yapıp bunu pratiğe yansıtarak kitleleri örgütlemeyi başarmasıdır. Kapitalizmin iki farlı aşamasını, birincisi yükselişte ve tam rekabetin geçerliği olduğu dönemi, ikincisi de düşüşte ve tekelleşmenin olduğu dönemleri mekanik bir şekilde değil diyalektiğe ve koşullara uygun bir şekilde değerlendirmiş olmasıdır. Bu durumu kavrayamayanlar Lenin ve Stalin’i ya tek ülkede sosyalizm kurma girişimlerinden dolayı eleştirmekte, ya da ulusal soruna bakış açıları üzerinden eleştirmektedir. Lenin emperyalist çağda Marx’dan farklı olarak kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasını ortaya çıkartmış ve emperyalizmin savaş yoluyla dünyayı yeniden paylaştığı dönemlerde devrimin merkezinin her an bir ülkeden diğerine kayabilmekte ve böylece devrimin her ülke için olanaklı hale geldiğini söylemiştir. Stalin de düşüncelerini Leninist ilkelere göre şekillendirmiş ve uygulamaya çalışmıştır. Sosyo-ekonomik yaşamın uluslararasılaşması eğilimi kapitalizm altında, özellikle de emperyalizm altında, baskı aracılığıyla ve sömürge sistemiyle gelişir demiştik. Öte yandan sömürge ve bağımlı ülkelerin sömürülmesini ve ezilmesini yoğunlaştıran emperyalizmin gelişmesi oralarda ulusal hareketlerin ufkunu genişletmiş ve ulusal baskıya karşı savaşımı şiddetlendirmiştir. Bu sorunun çözümü, her şeyden önce emperyalizmin yarattığı ve ulusları ezenler ile ezilenler, emperyal güçler ile sömürgeler olarak bölen küresel sistemin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. İşte bu bağlamda ezilen ulusların mücadelesi desteklenmeliydi ve öyle de yapılmıştı.

Stalin – Marksizm ve Ulusal Sorun
Lenin – Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı

Yazının başında bahsettiğimiz ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir halkın referandumla ya da başka yöntem aracılığıyla, nasıl yönetilmek istediğine özgürce karar verebilme hakkıdır. Özü itibariyle ayrı bir devlet olarak örgütlenebilme hakkıdır. Sovyetler Birliği self determinasyon ilkesine bağlı olan, dağılma hakkına sahip ayrı ayrı cumhuriyetlerin oluşturduğu federe bir devletti. Ekim Devriminden sonra Sovyet halklarının ulusal devlet inşasında dört biçim denenmişti: Birlik Cumhuriyeti, Özerk Cumhuriyet, Özerk Bölge, Ulusal Bölge. Ulus olarak kabul edilen devletlerde ulus adı, ulusal dil, bayrak ve ulusal marş gibi simgeler olmuştur. Özerk cumhuriyet statüsündekiler, ayrı dilleri olmakla birlikte, temelde ulusun parçası haline getirilerek bir Sovyet Cumhuriyetine bağlanmıştır.

Aralık 1922’de toplanan X. Tüm-Rusya Sovyet Kongresinde, Sovyet cumhuriyetlerinin birleşmesi üzerine yaptığı konuşmada Stalin Tüm-Rusya Merkez Yürütme Komitesi Prezidyumu tarafından onaylanmış karar tasarısını açıkladı. Tasarının ilk maddesi SSCB’nin Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ve Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin birleşmesiyle oluştuğunu söylüyordu. Bu cumhuriyetlere bağlı birçok özerk cumhuriyet de vardı. Yine birçoğu ilerde birlik cumhuriyeti statüsüne yükseltilecekti.

Ünlü tarihçi İlber Ortaylı bir konuşmasında Stalin’in milletlerden anlamaz cahil bir Gürcü olduğunu ve Azeri diye bir millet uydurduğunu söylemişti. Milletlerden anlamaz dediği Stalin’in aslında en çok üzerinde durduğu konu ulusal sorundu. Hem yukarıda paylaştığım 1913 yılında yazılmış, makalelerini içeren ve Lenin tarafından takdir edilen Marksizm ve Ulusal Sorun adlı kitabı, hem de kurulan ilk hükümette uluslardan sorumlu halk komiseri olması bunun en büyük göstergesi. Bu yine de milletlerden anladığını göstermez diyenler için Sovyetlerde atılmış somut adımları gösterelim.

Sovyet yönetiminin ilk yıllarında Rus şovenizminin milliyet ilişkilerinde temel sorun olduğu ilan edilmişti. Neredeyse tüm parti içi konuşmalarda ve kongrelerde bu noktanın altını çizen isim ise Stalin’di. Rus olmayan milletlerin kültürlerinin geliştirilmesi için bir program hazırlanması gerektiğini söylüyordu. Nitekim bu böyle de oldu. Sovyetler Birliği’nde yaşayan bütün milletlerin temsilcilerinin hükümet ve parti içerisinde mevki elde etmelerine imkan veren, halklar arasında işbirliğini sağlamayı amaçlayan “yerlileştirme” (korenizatsiya) politikası uygulanmaya başladı. Bütün uluslara ana dilinde eğitim hakkı tanınmış ve anayasayla güvence altına alınmıştı. Kültürlerine hiçbir şekilde dokunulmamıştı. ‘Esas’ milletin nüfusu, topraklarında yaşayan diğer etnik grupların nüfusundan az olmasına rağmen, o bölgenin idari birimine esas milletin adı verildi. Örneğin Moldova Özerk Cumhuriyeti’nde Ruslar, nüfusun yüzde 60’ını; Karelya ve Buryatya’da yarısından çoğunu oluşturmalarına rağmen, bu bölgelere oradaki esas halkların adı verilmiştir. O dönemde 58 ulusun, kitap bir yana, alfabesi bile yoktu. Bilim adamları bunlar için yazılı diller geliştirdiler ve Sovyetler Birliği’nde birinci Beş Yıllık Planın (1928-1933) sonunda 100 ayrı dilde binlerce kitap basılmıştır.

Azerbaycan SSR Merkez İcra Komitesi’nin 1924 Anayasası’nda belirlediği maddede resmi dilinin Türk dili olduğu açıkça yazıyor.
Azerbaycan halkının kimliklerinde Türk yazdığı da bu fotoğrafta açıkça görülmektedir.

Stalin’in yönetimde tek kişi olduğunu, ağzından ne çıkarsa onun uygulandığını savunan anti-komünist milliyetçiler, Stalin’in ulus ve dil politikaları karşısında kendi söyledikleriyle çelişmektedirler. Birçoğu başta doğru politikaların uygulandığını kabul edip 1936’dan sonra işin renginin değiştiğini savunuyorlar. Peki sizin iddia ettiğiniz gibi Stalin bir Rus milliyetçisi olmuş ve bu kadar gücü elinde bulundurmuş olsaydı, neden en başında özerkliği, ana dilde eğitim hakkını savunma gereği duysun ki? Sizin iddia ettiğiniz gibi Türklere soykırım uygulamaya çalışsaydı gerçekten, neden dillerini anayasayla güvence altına alıp kimliklerinde Türk yazmalarına izin versin ki? Türkleri sevmiyor ve bütün güç elinde. En başından federe devlet yapısına karşı çıkar, bütün dillerin zorunlu bir şekilde Rusça olduğunu söyler, bütün milletlerin kimliklerine de Rus yazdırırdı. İşte bu yüzden anti-komünistlerin saldırıları birer çelişkiden ve palavradan ibaret. Gerçek ise sosyalizmin, Orta Asya’yı dinci gericilikten kurtardığı, kadınlara ilerici haklar sağladığı, o coğrafyada yoksul bir biçimde hayatını sürdüren halklardan önemli bilim adamı, sanatçı ve sporcu yetiştirmeye ortam hazırladığıdır.

İlber Ortaylı’nın Stalin’in milletlerden anlamadığı iddiasına sanırım açıklık getirmiş olduk. Gelelim ikinci iftirasına. Stalin’in Azeri diye bir millet uydurduğunu söylemişti. Buna en güzel cevabı ise tarihçi Candan Badem vermişti. Bu konuyla ilgili yazısını aşağıya kaynak olarak ekleyeceğim. Azeri kelimesinin Rusça bir karşılığının olmadığını belirtmişti. Stalin ise Rusça konuşuyordu. Azeri diye bir şeyi nasıl uydurmuş olabilir? Rusçada sadece Azerbaycanets kelimesi vardır, o da Azerbaycanlı demektir. 1936 Anayasası’nda geçen Azerbaycan dili ifadesi ve Azeri kelimesi ise halkın kendi tercihiydi. Milliyetçiler bu anayasayı eleştirirken nedense 1995 Anayasası’nın resmi dilinin Türk dili olmamasına tek bir laf dahi etmezler.

Fotoğraf Azerbaycan’ın bugünkü Anayasası’na ait – Madde 21

Çarlık Rusyası döneminde Türk halkların hepsi Tatar olarak geçiyordu. Sovyetler Birliği Azerbaycan Türklerine siz Tatarsınız da demedi. Ayrıca Bolşevikler Azerbaycan Türklerine gerçekten düşman idiyseler Karabağ’ı neden Ermenistan’a değil de Azerbaycan’a bağladılar? Ya da Nahçıvan’ı neden Azerbaycan’a bağladılar? Bunları da sormak gerekiyor.

1936 Anayasası’nda daha önce Rusya Federe SSC içinde birer özerk cumhuriyet olan Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan bu süreçte doğrudan birlik cumhuriyeti statüsüne yükseltildiler. Stalin Türklere karşı bir ırkçılık beslese acaba böyle bir şeyi kabul eder miydi? Yine sormamız gereken başka bir soru.

Tüm bu saydıklarımızın üstüne bir de Sovyetler’de Türkoloji çalışmaları kapsamında kurulan enstitüleri ve derneklerin bir kısmını sayalım:

  • Taşkent, Kiev ve Kharkov’da ‘Şarkiyat Enstitüsü’ (1918)
  • Petrograd’da ‘Yaşayan Doğu Dilleri Enstitüsü’ (1920) – 1928’de Leningrad Doğu Dilleri Enstitüsü adını almıştır.
  • Moskova ‘Yaşayan Doğu İlleri Enstitüsü’ (1920) – Daha sonra Doğu Çalışmaları Enstitüsü adını almıştır.
  • Bütün Rusya Doğu Çalışmaları Bilimsel Derneği (1921)
  • Tatar Çalışmaları Bilimsel Derneği (1923)
  • Azerbaycan Çalışmaları Derneği (1923)
  • Bütün Ukranya Doğu Çalışmaları Bilimsel Derneği (1926)

Son olarak da alfabe konusundan bahsedeceğim. Latin alfabesi SSCB’de Türkiye’den önce kullanılmaya başlanmıştır. 1939 yılında Kiril alfabesine geçilmesi yine milliyetçiler tarafından çarpıtılmaktadır. 2. Dünya Savaşı’nın çıkacağı artık belli iken ve Kızıl Ordu’ya katılacak milletlerin tek dil bilme zorunluluğu ortadayken böyle bir kararın alınması gayet doğaldır. Okullarda Rusça öğreniminin yanında ana dilde eğitim verilmeye devam edilmiştir. Ama 2 ayrı alfabenin öğrenilmesi zor olacağı için böyle bir karar alınmak durumunda kalınmıştır.

Tüm yazdıklarımı bir sonuca bağlayacak olursak; Sovyetler Birliği özellikle Stalin döneminde uyguladığı ulus politikaları ile bu konuda dünyanın en ilerici adımlarını atmayı başarmıştır. Kendi milletlerini yüceltmeye çalışanlar ve tarihsellikten yoksun gericiler onu eleştirmeye devam etsinler. Gerçek ortadadır.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın